3/19/2013

İsimsiz

Kendisinden en çok soğutan kişidir aslında “özgüveni az olan kız” tribi. İnsanı derinden yaralayan; çeşitli mecralarda örseleyen ve hatta hayattan soğutan şeydir. Bir de moral bozukluğu var. Hani; tam da aradığını bulduğunu zannetmek, bir türlü karar verememek, başın ne kadar sıkışırsa sıkışsın gene de çözüm yolu bulamamak. Bunların hepsi birer dışavurum işte. Ya her zaman yaptığın gibi yapacaksın ya da yeni bir yol deneyeceksin. Gelinen noktaya şaşırıyor insan aslında. Hani ne kadar bu kadar büyüdün, ne ara bu kadar toplum içerisinde bir birey haline gelebildin? Bu sorulardan tam kurtulacağın sırada kendini bambaşka girdaplar içerisinde buluyorsun. Yaşama savaşı mı? Aşk meşk mevzuları mı? Gecinme sıkıntı mı? Hani bunca şeyin arasında cidden hangisini ön planda tutabileceksin acaba çok merak etmekteyim. Gerçekten dünyada seni en çok ilgilendiren şey nedir acaba bu konular arasında? Bilindik bir hikaye anlatmak isterim aslında. Hani her şey çok güzel başlar, zamanla daha iyi olur falan. Sonrasında bir anda biter gibi olur da kahramanımız kurtarır her şeyi. İnsanı klişelerden soğutan bir hikayedir bu işte. Herkesin mutlu olduğu, herkesin arzu ettiği hayatı yaşadığı gibi. İnsan cidden büyükçe farkına varabiliyor hayatın aslında bir masaldan öte olduğunu. Gerçekliğin her nefes alışında seni derinden yaraladığını. Elbette; hayata bir kere gelme geyiğini yapmak istemezdim ancak acı gerçek bu. Bak şimdi; hayatının kadını/erkeğini rahatlıkla bulabilirsin. Bu gerçekten önemli bir konu değil. Onun seni kabul etmesi, onun gözünde değer kazanman her şeyden daha zordur. Ne yaparsan yap, ne derecede mücadele verirsen ver, bir şekilde onun gözünde de değerli olmak; bir köşeye atılmamak istersin. Verdiğin çabalar, girdiğin mücadeleler… Ben de gayet iyi anlıyorum seni. Ben de farkındayım yaşamak istediğin hayatı, girmek istediğin mücadeleleri. Bir yerden sonra her nefes alıp verişinde onun adını sayıklamanı da anlıyorum. Bazı anlar geliyor; gerçekten bir şeyler yazamayacak kadar sinirleniyorsun. Kolundaki bütün kemikler sızlıyor, parmakların ağırlaşıyor. Gözlerinden yaşlar hafif de olsa kendilerini belli ediyor. Başında bilinmez şiddette bir ağrı. Tam yazacak iken; tam her şeyi kağıda dökecek iken bir anda her şeyi silme isteğin. Bir anda her şeyden vazgeçmen ve başka bir yola geçerek hayatına devam etmen. Halbuki ne kadar kolaydır değil mi kaçıp gitmek? Bir anda hiçbir şey olmamış gibi triplere girip; hayatı normal bir şekilde yaşamaya, aslında hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmak? Bir şekilde ayağa kalkacaksın elbette. Elini yere koyduğun zaman toprağı hissedeceksin. İnsanlar sana gülerken onları görmezden gelmeye, onların hayatlarına küfür etmeye devam edeceksin. Başını yukarıya kaldırmaya bile korkacaksın artık “ya herkes bana bakıyorsa?” diye. Ve her geçen dakika kemiklerindeki sızıyı vücudunda hissetmeye devam edeceksin. Ve her yarım kalan yazı gibi kaybolup gideceksin. Kimsenin okumadığı, kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı.

7/12/2011

Pişmanlık

İnsan çoğu zaman yalnızlığın önüne geçmeye çalışıyor. Kimi zaman onu hiç umursamıyor, kimi zaman da onu olduğu gibi kabul ediyor.

Her iki durumda da kendisine amansız bir şekilde zarar veriyor. Duygularını ön plana çıkartmak isterken, zihninin derinliklerinde kayboluyor. Her şeye mantıklı yaklaşayım derken, hayatının hatasını yapabiliyor sırf duyguları yüzünden. Bazen en yakınındakini görmek bile istemiyor çok saçma bir sebep uğruna; bazen de en uzağındakini arzuluyor her ne kadar onun için yaratılmasa da.

Rüzgârın hafif estiği zamanları özlüyor insan. Sanki alıp götürecekmiş gibi oluyor bütün dertleri, kötülükleri. Bir daha da geri getirmemek üzere yok edecek bütün kötü anılarınızı. İnsan dediğin kendi başına herhangi bir işe kalkışamıyor ki zaten. Gerçek bir dost arıyor, gerçek bir sevgili arzuluyor, gerçek bir yoldaş istiyor.

Hiçbir şeyin gerçek olmadığını algılaması da çok uzun sürmüyor. Dostlukların gölgesinde yaşamaya o kadar alışmışız ki; gerçekler yüzümüze vurduğunda afallamayı geçtim, oradan oraya savruluyoruz. Gerçek dost bellediğin insanın bir dediğini iki etmemek için uğraşıyoruz. Elbet bir gün sinir sistemin devreye girecek. İşte o zaman fark edeceksin ki; bazı insanların istediklerini yapmazsan sana sırtlarını dönerler. Her gün sana selam veren, halini hatrını soran, hatta dayanamayıp “bir isteğin var mı?” diyen insanı dahi derbeder edersin şu hareketin ile. İsteğini geri çevirdiğin dostun baş düşmanın haline geliyor. Sen ki temiz bir sayfa açma arzusunda; insanların kalplerini kırmama adına türlü meziyetlerini gösterdiğin, türlü masa başı oyunlarından uzaklaştığın sırada çıka geliyor bütün bu olaylar.

Derdini anlatmaya çabalaman ayrı bir komedi. İnsanlar davranışlarını tükenmez kalem ile zihinlerine işliyorlar. Ne yaparsan yap, ne kadar iyi olursan ol o düşüncelerini silemiyorsun. Tek yapabildikleri şey; davranışlarının üstünü gene bir tükenmez kalem ile çizmek. Ancak fark ediyorsun ki; tamamen yok olmuyor o yazı, sadece üstü çizili bir şekilde zihinlerde durmaya devam ediyor. Bazen sinirleniyorsun; yırtıp atasın geliyor o saçma sapan kağıtları. Yırtmaya başladığın anda fark edeceksin ki, arkadaşını da kaybediyorsun.

Bazı insanlar için o kağıtlar her daim lazımdır. Konuşacak bir şeye ihtiyaçları vardır. Düzeyli bir ilişki olsun, mükemmel bir arkadaşlık olsun; o kağıtlar hepinize lazım. Trip dediğimiz olay işte tam olarak burada devreye giriyor. İlişkiyi ayakta tutan, arkadaşlığı heyecanlandıran en yegâne şeyin trip olduğunu zannediyoruz. Bu konuda tecrübe sahibi olmayan insanlara tek diyeceğim şey: hayal gücünüzü geniş tutun. En ufak bir sözü dahi inanılmaz bir şekilde döndürerek size trip atan insanlar çıkacaktır karşınıza veya siz de böyle olabilirsiniz. Korkmayın; elbet karşınızdaki insan size fazlası ile değer veriyor olacaktır ve kendisini affetmeniz için yalvaracaktır.

Dünyada maldan bol bir şey yok zaten. Hiç düşünmeden hareket etmeye başlıyoruz beni en çok üzen şey budur. Duygulara kapılıp “o benim her şeyim “ naraları atıyoruz fütursuzca. Arkanıza dönüp bakmadan veya geleceği kurgulamadan adımlarımızı atmaya devam ediyoruz. Dakika başı plan yapın demek değildir bu sevgili okur coşma hemen; kişiliğiniz için, duygularınız için hatta yeri geldi mi onurunuz için bir karar vereceğiniz zaman iki kere düşünün. Geriye dönüp baktığınız çoğu zaman sırf bunlar ile ilgili aldığınız bir karar için kendinizden nefret etmeye başlayacaksınız.

İkimiz de salondaydık ve sessiz bir şekilde televizyona bakıyorduk. Bugün yaşadıklarımız başka bir gün de yaşamak gerçekten istemezdim. Her şeyin koca bir yalan olduğunun hiç bu kadar farkında olmamıştım. Aramızda geçen onca güzel zamandan sonra diyeceğimiz şeyler o kadar belliydi ki. Ancak söyleyemiyorduk işte. Geçmişe duyduğumuz saygıdan mı, ya da yalnız kalacağımız korkusu mu bizi etkiliyordu bilmiyorum. Tek bildiğim şey; yan yana durduğumuz her geçen dakika bizi kendimizden biraz daha uzaklaştırıyordu. Biz; o gece de yan yana oturmaya, yatmaya hatta yaşamaya devam edecektik. İleride duyacağım pişmanlığın ağırlığını kaldırabilmek için ne kadar mücadele edeceğimi gerçekten bilmiyorum.

2/13/2011

Benlik

Benliğimizin gün içerisinde oynadığı o kadar çok oyun var ki? Bilinçaltımıza o kadar çok anı yerleşmiş ki; biz ya o anıları yaşadığımıza inanmıyoruz ya da yaşadıklarımızın varlığını kabul etmemize rağmen inadına rol yapmaya devam ediyoruz. Güzel anıları bir köşeye itip, kötü anılar ile yaşamaya çabalıyoruz. Yasaklar nasıl hoşumuza gidiyorsa, kural tanımazlık ne kadar karizmatik bir hamle ise; bu durum da tam olarak böyle

Hiç tek başınıza köhne bir mekânda oturdunuz mu? Bir bar taburesinde veya 2 sandalyesi olan çizikler içinde bir masada gecenin körüne kadar içtiniz mi? İnsanın kendisi ile konuştuğu yegâne dakikalardır bunlar. Kendinizden sıkıldığınız anda; etrafınızdaki mutlu insanları incelersiniz. Duvarlardaki dengesiz çizimlere veya kalın siyah çerçeveli fotoğraflara bakarsınız. Aslında o kadar da sıkıcı değiller değil mi? Tek başınıza içtiğiniz onca içki niye peki? Bir insan gerçekten tek başına eğlenmek için içebilir mi?

İşte güzel anılar da tam karşınızda oturuyorlar. Bütün küstükleriniz, sinirlendikleriniz, hayatta yüzüne dahi bakmak istemediğiniz insanlar; aynı masada, burun buruna oturup sohbet ediyorlar. Tek başınıza iken ne kadar zor geliyor değil mi? Pişmanlıkların tavan yaptığı bir ana denk geliyorsunuz. Bakın hemen yan masada eski sevgiliniz oturuyor. O da tek başına. O da kadehini yavaş yavaş ağzına götürür iken hüzünlenmeye başlıyor. Düşünüyorsunuz ki; onun bu hali aslında gerçek değil. Sizin kafanızda yarattığınız, aslında olmasını dilediğiniz bir halde. Hâlbuki öyle değil. Kim bilir; şu an yeni sevgilisi ile ne kadar mutludur veya arkadaşları ile en son hangi filme gitmiştir? Benliğinizin sizi ele verdiği en saf anlardan birisi.
Farkında olmadan o an düşünmediğiniz birisini bir anda yanınıza getiriyor.

Kötü anılar ile karşılaşmak istiyorsunuz ancak olmuyor. Bu gece; daha önceki geceler gibi hüzünlü veya kasvetli olmayacaktı. Bütün insanlar gülümsüyordu, konuşuyordu. Masanızdaki hiç kimse birbirini üzmüyor, laf sokmuyor, ego yarışına girmiyordu. Masada tek başınıza otururken ne kadar güzel geliyordu bu tablo değil mi? Peki o masada oturmak istemez miydiniz? Elbette istemezdiniz.

Yalnızlığa bayılıyorsunuz çünkü. İnsanları hayatınızdan atmak çok hoşunuza gidiyor. Benim kimseye ihtiyacım yok mantığı ile yaşıyorsunuz. “nasıl olsa yeni arkadaşlar bulurum” diye düşünüyorsunuz ancak çok zor. Hayatınıza, bakın sevgili demiyorum, arkadaş sokmak ne kadar zordur haberiniz var mı? Gerçekten yok ise; etrafınıza bir kere bakın. Gerçek dost diye tabir edebileceğiniz insan veya insanlara sahip misiniz?

Arkadaşlık kavramına; tek gecelik ilişki misali bakmaya devam ettiğimiz müddetçe, o masada yalnız oturmaya devam edeceğiz. Yan masadaki eski sevgilimizin aslında çok acılar çektiğini hayal edeceğiz. Hemen önümüzdeki masada dostlarımızın eğlencesine tanık olacağız. Duvarlardaki dengesiz çizimleri gözümüz ile tekrar çizmeye devam edeceğiz.

1/12/2011

Saklambaç

Sevmek çok zor geliyordu. Sevmek; artık eskisi kadar zevkli değildi. Ona ulaşmak, onu istemek, onu yaşamak. Artık bunlar hiç birimizi heyecanlandırmıyordu.

Parıltılar kaybolmuştu. Ego her zamanki gibi isimlerimizin üzerine çıkmıştı. Galiba haklı olduğu yerler de vardı. Sadece başkası için yaşamak ne kadar saçma? Sadece başkası için nefes almak, çalışmak, savaşmak. İnsan neden egoist bir varlık olduğunu bu kadar zor kabulleniyor?

Yeni bir kelime var dilimin ucunda. Ne çok satan kitaplardaki afili kelimeler gibi derinden yaralar insanı, ne de onca cümlenin arasında hemen kendini belli etmeyen, gizli saklı, insanda merak uyandırır.

Saklanmak. Evet, bu kadar basit aslında. İnsanlardan korktuğu için saklanır bünye. İnsanları görmek istemediği için. Onlar ile iletişim kurmamak için. Söyleyeceği sözlerden, hakkında yapacakları saçma eleştirilere maruz kalmamak için. Hayatı boyunca saklanır. Uzun zamandır görmediği dostunun telefonunu açmaz. Aylardır peşinden koştuğu, onu tanımak istediği kızı/erkeği imkânı olsa bile tanımak istemez. Onca zamandır dizinin dibinden ayrılmadığı ailesine sırt çevirir. İşin sonunda onca çabanın ardından yalnızlığın şefkatli kollarına kendisini yavaşça bırakır.

Parıltılar kaybolmuştu. Sevmek; artık eskisi kadar zevkli değildi. Bütün yaşanmışlıkların üzerine bir beyaz örtü serilmişti. Altına bakamayacak kadar korkak ve cesaretten yoksundu. Baksa dahi; başına gelenleri aklının ucundan geçirdiği anda vazgeçecekti. Biliyordu ki her zaman suçlu oydu. Ailesine yaptıkları, sevdiği insana yaptıkları. Saklanmak en doğru yol olacaktı belki de. İsteyen herkesi bu oyunun içerisine dâhil edebilirdi. Son zamanlarında bir başka korku da hissetmişti. Onunla kimse oynamak istemez ise ne olacaktı?

Tek başına, bomboş bir alanda koşturacaktı. Birisinin onu izleyip izlemediğini fark etmeden, arkasına tereddütlü bakışlar atarak yoluna devam edecekti. İlk gördüğü badanası akmış duvara sırtını verip durum değerlendirmesi yapacaktı. Nereye gidebilirdi? Hangi yolu takip etmeliydi? Birisine danışması gerekiyor muydu? Artık tek başına kalmıştı ve sorumluluklarının farkındaydı. Yapacağı tek şey vardı; onu arayanlardan kurtulmak. Kendi kafasında yarattığı bu oyunu kazanmak için başka çaresi kalmamıştı.

Koşmaya devam etti. Arkasına bakıp, hayatı boyunca kaçırdığı veya kaçıracağı şeyleri düşündü. Belki de şu sırada ona en mutluluk verecek şey; yağmurun aralıksız bir şekilde yağmasıydı. Ancak yağmadı. Beyni onu ilk defa dinlemiyordu, isteklerini önemsemiyordu. Uzun zaman önce kaybettiği onca şeyden sonra şimdi de sıra beynine gelmişti. Sırtını duvara verip yavaşça yere oturdu. Bu onun son oyunuydu ve en azından bunu kazanmalıydı.

1/10/2011

Başlangıçlar


İyi başlangıçlar arzuluyor insan. Gün ışığı ile gözlerini açtığı anda bunu istemeye başlıyor. Bazen boş vermişlik içerisinde savruluyor, bazen de bütün dikkatini yaşanmışlıkların üzerinde tutuyor.

Bir kez tutmak istiyorsun o elleri, neleri kaybedeceğini düşünmeden. Sadece içinden geleni yapmak istiyorsun ancak bir şeyler seni engelliyor. Bugünün vereceği mutluluk yarın ne gibi sıkıntılar yaşatacak bilmiyorsun. Dünün getirdiği nefret veya kinin seni yarınlara nasıl ulaştıracağını kestiremiyorsun. İşte bu yüzden gözlerime bakamıyorsun. Gözlerimdeki anlamları çözemiyorsun. Boş bakışlar atıyorsun etrafına. Her şeyin bir kez yaşanmasını istiyorsun çünkü fazlası mideni bulandırıyor. Fazlasını istemiyorsun çünkü alışık değilsin. Geçmişine sünger çekemiyorsun çünkü etrafındaki insanların onca yaptıklarına rağmen; geçmişini unutmak istemiyorsun. Yaşananların sana ne kadar zarar verdiğine aldırış etmeden, o geçmişi istiyorsun. Sabah uyandığın zaman; o geçmişin izlerini görmek istiyorsun. Belki de telefonunun acı bir şekilde çalmasını istiyorsun. Geçmişin seni arayıp belki de binlerce kez yaptığı gibi “özür dilerim” demesini istiyorsun.

Bazı şeylerin kaybolduğunu hissetmeye başladığın an; umutsuzluğunun giderek arttığını da fark ediyorsun. Oturduğumuz onca sandalye, bank, tabure. Hepsi yok olmaya başlıyor. Masalardaki binlerce boş kül tablası, içi belki de binlerce kez doldurulup tarafımızca boşaltılan kadehler. Hepsi yok olmaya başlıyor. Senin boş gözlerin; benim anlamsız suratım. Geçmişini unutmak için çabalamadığın her dakika; seni bana hatırlatan her şey kayboluyor.

12/12/2010

Gereksiz

Aslında kimseyi üzmek istememiştim. Kimsenin arkamdan ağlamasını, bana küfretmesini istememiştim. Vicdan azabı denilen talihsiz duyguyu yaşamak istememiştim. Zaten hangimiz isteriz ki?

Doğru ile yanlışın arasında geçen bir ömür. Varlığını kendisinden ziyade, başkalarına kabul ettirmeye çabalayan tek atımlık bir yürek. İşin sonunda da boşa geçen onca gün, hafta, ay. Belki de yıl. Geriye dönüp bakma isteği ancak her seferinde yaşanılan korkusuz korkak tripleri. İşin ucunda kendine olan saygı var elbette. Nasıl kendinize müsaade edebilirsiniz ki böyle bir anda? Nasıl kabullenebilirsiniz kaybetmeyi? İnsanlar sizin insan tarafınızı görünce neler düşünecekler hâlbuki?

İnsan her şeye rağmen kaybolmayı ne kadar çok seviyor. Gideceği yolların ne kadar kötü ve anlamsız yerlere çıkacağını bile bile devam ediyor yolculuğuna. Bazen ayağını sürterek ilerliyor bazen de koşa koşa. Zaman ve mekan kavramını kaybediyor bir anda. Sadece yolun akışına bırakıyor kendisini. Yere ufak ekmek kırıntıları bile atmaya üşeniyor “yolumu kolaylıkla bulurum” diye. Özgüven patlamasına maruz kalıyor, hayatı boyunca görmediği yollardan geçerken. Peki, ne uğruna kaybediyorsunuz hayatlarınızı? Gerçekten her şeye rağmen mutlu olmak yetiyor bu insana?

Neden gereksiz karalamalar yapıyoruz ki hayatlarımızda? Kendinizi aslında hiç olmadığınız bir karaktere büründürmek çok da zor olmasa gerek. İnsan doğasında vardır yalan söylemek. Söylediği yalanlar ile hayatını şekillendiren, güçlendiren. Bazen de her şeyi berbat eden. Gereksiz karalamalar yüzünden kendi hikayesini mahveden. Gereksiz karakterler yüzünden hikayesini çıkmaza sürükleyen. Nereye kadar sürebilir ki bu bahtsız bedevi tavırları. Kimi bekliyorsunuz ki; o zaman inanacaksınız hayatın, nefes almanın varlığına? Elinizden tutması gereken insanlar mı var zannediyorsunuz? Halen; aşıkların tren raylarının üzerinde can verdiklerini mi düşünüyorsunuz? Kendi gerçekliğinizde yaşamaktan bıkmadınız mı?

Kahvenin kokusunu tekrar almaya başlamıştı. Elleri ve ayakları dışarıdaki amansız fırtınaya rağmen titremiyordu. Düşünceleri hiç olmadığı kadar berraktı. Duvarında; çocukluğundan beridir var olan siyah noktalara bir kez daha gözü takıldı. Bu sefer hüzünlenmemişti. O noktaların varlıkları ilk defa huzur vermeye başlamıştı. Yavaş hareketler ile ayağa kalktı ve masasının üzerinde duran beyaz zarfı eline aldı. Siyah noktaların karşısına tekrar oturup zarfı tek seferde açtı. Kahvenin kokusu git gide uzaklaşmaya başlamıştı. Eski fotoğrafların arasında kaybolmak istemiyordu. Fotoğrafların arkasındaki kelimeler bile içindeki nefreti azaltmıyordu. Zarfın içindeki her fotoğraf gelecek için atacağını adımları azaltıyordu.
Gene vazgeçtim. Gene sıkıldım.

12/01/2010

Hayat

Sadece onun hakkında yazmak istiyordum. Kuracağım bütün cümleler, içimden geçen bütün kelimeler sadece onun için olacaktı. Kalp atışlarımdan fırsat bulduğum anda harekete geçecektim. Sakinleşmem uzun sürmedi, elime kâğıdımı ve kalemimi alıp kelimeleri dökmeye başladım.

Yıllardır aynı kalemi kullanıyordum. Umutsuzluğum, çaresizliğim, geçmişe bakamayacak kadar korkak oluşumu hep bu kalem ile resmetmiştim beyaz sayfalara. O sayfaları saklamak yerine yırtıp atmayı tercih etmiştim. Nasıl ve ne şekilde yazdığımı hiç hatırlamıyordum. Sadece o an ihtiyacım vardı ve yazmıştım. Belki de sadece o anı simgelediği için yırtıp atmıştım. İleride tekrardan okuyup o anı hatırlamamak için. Cümlelerin hiç biri aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Sadece yeni düşünceler beynimin içerisinde fır dönüyordu. Sakinleşmem gerekirken, halen onun hakkında ne yazacağımı düşünüyordum. Özel olması lazımdı. Sadece onu anlatması lazımdı.

İstediğim gibi olmayacaktı. Elime kalemi aldığım andan itibaren bu düşüncedeydim. Gene istediğim cümleleri kuramayacaktım. Gene içimden geçenleri net bir şekilde kâğıda dökemeyecektim. En önemlisi; o gene yazdıklarımı okumayacaktı. Her geçen dakikada kâğıdı doldurma isteğimden uzaklaşmaya başlamıştım. Aklımda uzun zamandır var olan düşünceler yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Günlerdir zihnimin en berrak yerini işgal etmiş parazitler, yerini saçma sapan sonsuz bir boşluğa bırakmıştı. Hiç bir şey yazamıyordum. Keşke sadece yazamıyor olsaydım. Konuşmayı daha da kötüsü yeri geldi mi susmayı bile unutmuştum. Geçmişe çektiğim süngerin izlerini görmeye başlamıştım. Belki de üzüntümün en belirgin sebebi de buydu.

Hayatın zorluklarını kavramaya çabaladığımız anda; ondan aynı şekilde uzaklaşmaya da başlıyoruz. Bazı düşüncelerimizi elimiz ile koymuş gibi aktarırken; bazılarını da kelime oyunları ile süslemeye çalışıp karşımızdakine eziyet çektiriyoruz. Olduğumuz gibi değil de; olmak istediğimiz insana bürünüyoruz. İşin sonunda insanlar sizi görmek istedikleri gibi görmeye başlarken; siz aslında olmak istemediğiniz bir insan haline geliyorsunuz. Çok karmaşık değil aslında. Hayatı da, sevdiklerimiz ile aramızdaki ilişkileri de, kısacası etrafımızda olan biten her şeyi karışık hale getiren gene bizleriz.

Bugün mutluydum aslında. Hayatın bizzat kendisi ile yüzleşmiştim. Saf, mutlu ve temiz yüzü ile. Hiçbir şeyden habersiz, mutsuzluğun ve çaresizliğin ne olduğunu bilmeyen bir parçası ile. O sırada yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatmak isterdim. Neden yazıyı bu hale getirdim bilmiyorum. Buraya kadar okuyan varsa özür dilerim. Bazen aslında anlatmak istemediğimiz şeyleri ağzımızdan kaçırabiliyoruz. Geriye dönüp baktığımızda da bomboş bir sayfa görüyoruz. Üstündeki yüzlerce kelimeye rağmen.